Wednesday, April 21, 2010

Festival Bitti




Şimdi... 29. Uluslararası İstanbul Film Festivali bitti... Aşağıda bir hayli artistlik yapışım, iyi film şöyle seçilir böyle seçilir diye... Ancak çok da şahane filmler izle(ye)medim doğrusu...

Peki neleri izledim, neler düşündüm bu etkinlik boyunca?

Madeo: Ya da Türkçe ismiyle "Ana". Festivalin ilk günü, ilk seyrettiğim film... Ben bu filmin çok daha iyisini "Cinayet Günlüğü" adıyla daha önce festivalde izlemiştim diyecektim ki, anaaaa... Zaten iki filmin yönetmeni de Joon-ho Bong'muş meğer... Neyse ben "CG"yi tercih ederim, çok daha komik, heyecanlı, politik falan filan... Yine de festivale çok fena bir başlangıç olmadı "Ana".

In the Loop: Ya da Türkçe ismiyle "Kısırdöngü". "Küfürle komedi olur mu?" sorusuna İngilizlerin (yahut Amerikalıların) verdiği yanıt: "Evet olur" olmuş. Office dizisine benzer bir mizah anlayışında, politik bir hiciv. Millet epey güldü. Ancak küfürlerin tadına varabilmek için İngilizceye epeyce hakim olmak gerekir diye düşünüyorum, Türkçe çeviri de pek mana ifade etmedi bana. Sıkılarak çıktım filmden.

Ertesi gün iki filme gitmedim: "Sweetie" ve "Şeref Madalyası".

Sonraki hafta Joseph Losey filmleri seyrettim, üç adet. "The Servant" en iyisiydi. Ondan önce seyrettiğim "The Accident" da fena sayılmazdı. Losey oldukça keşfetme değer, oldukça iyi bir yönetmen -ben daha önce bilmiyordum. (Meğer ünlü "Troçki" filminin de yönetmeni Losey'miş. Nisan ayının Bir+Bir'inde dokuz sayfalık şahane bir söyleşi var kendisiyle. Aynı ayın Altyazı dergisinde de hakkında bir yazı bulunuyor. Ama bir b.k anlaşılmıyor.) Yine de benim favorilerim arasına giremez. Biraz fazla burjuva dünyasını anlatıyor.

Arada seyretmediğim "Ajami"nin de iyi olduğunu duydum. Bir film daha var ektiğim o da: "Özel Hayatlar". Ayrıca "Anlat Şehrezat"a ve "Ufaklık"a da gitmek isterdim ama bilet almadım nedense...

Şimdi: Blog'umun dikkatli okuyucuları farkedeceklerdir ki bu bölümü yeni ekliyorum. (Ha, burada ironi yapıyorum, çünkü kimsenin farketmeyeceğini biliyorum!) "Nowhere Boy" ve "Gainsbourg"u da seyrettim. İki iz bırakmayan film... Öyle ki buraya bile yazmayı unutmuşum. Sonradan aklıma geldi, ekleyeyim dedim. İlkinin kahramanı John Lennon olmasa izler miydik acaba? "Beni neden teyzem büyüttü?!?" diye vıyaklayan bir yeni yetmenin hikayesi... Zannetmem... Diğeri de... Amannn... Müzisyen filmi yapmak zor iş... Belki dizisi yapılabilir.

Bir kaç tane de standart festival filmi izledim. Nasıl oluyor bunlar, işte az konuşma, düşük bütçe, güzel görüntü... Biraz bayıyor adamı, ama kötü desen değil. Şimdi alakası yok ama şöyle bir not düşeceğim, ilk dakikadan seyircinin boğazında bir yumru etkisi bırakmayı hesap eden filmlere karşı bir alerji oluşmaya bende.

"Wszystko, co kocham". "Sevdiğim Her Şey." Bir Polonya filmi... 1980'lerde Polonya'da baş gösteren punk hareketini ile ilgili. Arka planda tabii "Dayanışma" da var. Film bittiğinde, yönetmenin gittiğini, söyleşiye katılamayacağını söylediler. O sırada gençten bir çocuk "Tarihi böyle çarpıttığı için utancından kaçmıştır. Sosyalist dönemde gençlere asla böyle baskı yapılmamıştır" diye bağırdı. Bir grup da onu alkışladı. Allah hepsine akıl fikir versin diyorum. Evladım sen o zaman doğmamıştın bile, bu ne ukalalık. Bir kere perdeye yansıyan her şey tamamıyla gerçeklere uygundu, benim bildiğim kadarıyla. Ki öyle aşırı bir baskı falan da resmedilmiyordu. Sadece çocukların şarkı sözleri bir subay tarafından sakıncalı bulunup, sansürlenmeye çalışılıyor, buna rağmen grup şarkıları sahnede çalınca, çocuklara prova imkanı veren subay baba ordudan atılıyordu, anti komünist propaganda yapmak suçundan.

Bir dönem yakın bir Polonyalı arkadaşım olmuştu ayıptır söylemesi. Onun anlattıkları, kendi okuduklarım falan, derken bir miktar bilgi oluştu bende o dönemle ilgili... O zamanın Polonya'sını herkes benim kadar bilecek diye bir şey yok. Ancak sosyalist hükümetler zamanında baskı yoktur demek saçmalığın daniskası. Bugün bu dönemde muhaliflere baskı yapıldığını biliyoruz. Chomsky bile bu rejimlerin yıkılmasını sosyalizmin değil, totaliter rejimlerin yıkılması olarak gördüğünü söylüyor. Hala inanmayan varsa buna, kendilerine Wajda'nın "Demir Adam" veya "Mermer Adam"ını seyretmelerini, Milan Kundera'nın kitaplarını okumasını tavsiye ediyorum. Futbol seviyorlarsa Simon Kuper'in meşhur kitabında, demir perde ülkeleriyle ilgili anlatılanlar ilgilerini çekecektir. Müziğe gelirsek, The Plastic People Of The Universe adındaki Çek grubun üyeleri az içeride sürünmemiştir rejim karşıtlıkları yüzünden... İlginç bir not, daha sonra ülkenin cumhurbaşkanı olacak -Lou Reed'in de yakın dostu yazar- Havel de, grup için şarkı sözü yazmıştı. O da içeri girmişti zaten.

Polonya'da da genç punk gruplarına sansür uygulanmıştı. Bu arada belirtmem lazım ki, bu grupların çoğunun müziği, fazlasıyla dikkate değer. Raincoats ülkede konser verince merak salıyorlar punk'a. Arkasını da getiriyorlar. İyi lirikler, açık zihinli, bence epey funky bir rock... Çoğu İngiliz punk grubundan da iyiler. Dezerter (ki filmde parçaları bolca çalıyordu), Armia, Kult, Kult'ün solisti Kazik'ın işleri... Hepsi şahane, araştırın, bulun, buluşturun, bir deneyin.

No comments: