Tuesday, January 28, 2014

Paul Auster Söyleşisi

Orijinali için tıklayın.

Benim notum: "Bence bu söyleşiyi yapan çok da Paul Auster'u bilmiyor..."

New York’taki evinde yazar, şair ve sanarist Paul Auster’le yeni kitabı ‘İç Dünyamdan Notlar’, dünya ve Türkiye üzerine...

Kapıyı kendisi açıyor. İçeri davet ediyor, tanışma faslı sırasında ben size biraz evi gezdireyim... Uzun bir koridordan doğu halıları ve kilimlere basa basa ilerliyoruz. Sağda oturma odası... Küçük, son derece sade dekore edilmiş. Yine sağda tuvalet olduğunu sandığım başka bir kapı var, kapalı. Koridorun sonu mutfak. Gündüz olmasına rağmen ışıkları yanık. Masanın üstünde başından yeni kalkılmış bir meyve tabağı... Bu kadar çok portakal yemiş olabilir mi? Mutfağın hemen yanında merdiven. Yine doğu motifli bir halıyla kaplı olan bu dar ve ahşap merdiven çalışma odası ve kütüphaneye varıyor. Ama ne kütüphane! Duvardan duvara bütün raflar kitap kaplı... İngilizce, Yunanca, İspanyolca, İbranice, Japonca ve Türkçe... Dünyanın bütün dillerine çevrilmiş Paul Auster kitapları...

Bu kadar narsisist mi ki vitrinde ‘Auster’ diye kendi adına şarabı var?

Hayır, tamamen tesadüf. Vitrinde duran Auster marka şarabı, bir tanıdığı Portekiz’de rastgelince alıp getirmiş. Auster Portekizce’de güney rüzgarı anlamına geliyor.

Narsisist değil ama nasıl göründüğüne çok önem veriyor. Bu yüzden röportaj sırasında fotoğraf çekilmemesini istiyor: Konuşma sırasında insanın ağzı burnu hep yamuk yumuk çıkıyormuş.
Ve işte bu yüzden, sırf bu yüzden işte; Paul Auster’in ağlarkenki fotoğraflarını göremiyorsunuz... 15 dakika sonra, “Bütün bu çabaya rağmen, biz aslında... Hiçbir şey değiştiremedik” diye konuşurken, gözleri dolacak, bunun sorumluluğunu taşıyormuş da özür diler gibi başını önüne eğecek. Ne benim ne de fotoğrafçı arkadaşım Mustafa’nın gazetecilik refleksi gösterip o anı çekecek cesaretimiz olacak. Karşımızda Zeus gibi bir adam. Arada sert sert Atatürk bakışları fırlatıyor. İstemediği bir şeye ikna etmeyi aklınızdan bile geçirmiyorsunuz, karşısındakini bakışlarıyla mum eder bir havası var. Ama sakin sakin, en majestik kıvamdan, en aristokrat tondan. O gülümsediği zaman kahkaha atmak zorundasınız, o kaşlarını çattığı zaman siz… Siz zaten bittiniz...
Söyleşiye başlarken bir puro yakıyor. Bir tane de karşısındaki gazeteciye ikram ediyor. Fotoğrafçı arkadaşıma ikram edecek kadar zarif olduğuna hiç şüphe yok. Belli ki aslında yanında içilmesini istemiyor, tek derdi gazetecinin heyecanını bastırmasına yardımcı olmak.
O puronun dumanıyla birlikte bizi birazdan saracak efkar ve hüzünden bihaber, teybin kayıt tuşuna basıyorum. Çünkü birazdan anlayacağız ki sevgilisine “Benim için şarkı söyle, sesin soluduğun havayı başka bir şeye dönüştürsün” diye hayat dolu mektuplar yazan genç delikanlı değil o artık. Dünyayı değiştirebileceğine, bir şeyler yapabileceğine inanan ateşli sosyalist de... Karşımızdaki savaşın kaybedildiğini, bütün emeklerin heba olduğunu, her şeyin daha kötüye gittiğini düşünen yaşlı bir adam...
“Tutuklu gazeteciler nedeniyle Türkiye’ye gelmeyeceğim” dediniz, Başbakan nezdinde cevap buldu...
Şaşırdım. Hükümet tarafından hoş karşılanmayacak bir açıklama yaptığımı biliyordum. Ama hükümetin benim gibi insanları, özellikle Türkiye’nin günlük meseleleriyle iç içe olmayan yabancı bir yazarı dikkate alacağı konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Olsa olsa, bir köşe yazarının “Auster bize saldırıyor, keşke çenesini kapatsa” türü bir şey yazacağını beklerdim. Bir devletin başındaki kişinin buna müdahil olması bana garip geldi. Saldırıya uğrayınca, cevap vermek zorunda kaldım. Ve tabii ki ertesi gün bana tekrar saldırdı. Partisinin üyeleri de bana Meclis’te saldırdılar… Beni Netanyahu’nun, Şimon Perez’in, Sarkozy’nin, Merkel’in ve rejime muhalif bütün Kürt muhalefetinin içinde olduğu, Türkiye’nin altını kazacak bir komplo teorisinin parçası olmakla suçladılar. Böyle bir suçlama karşısında sadece şaşırıp başımı sallayabildim.

Neden? Sindiniz mi? 
Konuşmaya devam edebilirdim ama o noktada söyleyecek daha fazla bir şey olmadığını fark ettim. Bu polemiğe daha fazla dahil olmak yararsız göründü. Çünkü Türkiye’nin iç meseleleriyle ilgili bir tartışmanın içine çekilecek bir pozisyonda değilim. Sadece bir yazar ve bir dünya vatandaşı olarak fikirlerini açıkladıklarından dolayı hapse atılan meslektaşlarımı savunmak üzere konuşmuştum. Nerede olduğuna bakmaksızın bununla mücadele etmek gerektiğini düşünüyorum. Ve bu yüzden bir protesto olarak Türkiye’ye gitmeyi reddettim. Ama aynı zamanda çok kez davet edildiğim Çin’e de gitmeyi reddediyorum. Aydınları hapsetmeye devam ettikleri sürece gidemem.
Siz bu açıklamaları yaptınız ve bundan yaklaşık altı ay önce Türkiye tarihinde gördüğü en büyük sokak protestolara sahne oldu. Sizce Gezi Parkı süreci sizi haklı mı çıkardı?Benim söylediklerimi kanıtlar mı bilmiyorum. Bütün söyleyebileceğim, ifade özgürlüğünü baskılayan bir hükümetin aynı zamanda insanlarda çok fazla tepkiye de neden olacağı... İnsanlar, Gezi Parkı’na AVM yapma meselesinde meşru olarak İstanbul’un o bölgesi için kaygılanıyorlardı ama bu aynı zamanda daha büyük bir şeyin sembolüydü. Birçok protesto hareketinde olduğu gibi, bu protestoyu tetikleyen şey aynı zamanda daha derin bir huzursuzluğun göstergesidir. O yüzden şaşırmadım. Hatta şu anda Türkiye’de yüksek yerlerde yaşanan yolsuzluk skandalına da şaşırmadım. Bekleyip hep beraber ne olacağını göreceğiz.

Benzer olaylar Türkiye’den sonra Brezilya’da da görüldü. Peşinden Ukrayna gibi ülkeler... Dünyaya neler oluyor? Başbakan “Bu olayların kökü dışarıda” derken haklı olabilir mi?
Aksine. Çünkü son üç-dört yılda dünyada olanlara bakarsak İspanya’da, Rusya’da, ‘Wall Street’i İşgal Et’ hareketiyle ABD’de, Mısır’da ve diğer Ortadoğu ülkelerinde, hatta İsrail’de… Dünyadaki genç insanlar, bununla da 20’li yaşlarındaki eğitimli insanları kastediyorum, daha yaşlı insanlara dünyada bir şeylerin yanlış gittiğini söylüyorlar. Bizim doğrularımız çöktü. Artık nasıl yaşayacağımızı yeniden düşünmeliyiz. Daha iyi bir sistem yaratmalıyız.
Peki neden olmuyor? Bizi alıkoyan ne? Sistemin yerleşik sahipleri mi?
Burada sorun, bu hisleri derinlemesine ifade edebilecek örgütlü bir politik hareket olmaması. Art arda, ülke ülke, insanlar “Hayır, olup bitenden hoşlanmıyoruz” demek için bir araya geliyorlar ama bu protestoları sürdürebilecek bir örgütlülük yok. Ve protestolar bir süre sonra sönüyor ve eski güç odakları yaratılan boşluğu tekrar dolduruyorlar. Mısır buna çok iyi bir örnek. Hareket ilk başta laik, çoğunlukla gençlerden oluyordu ama sonunda ordu ve Müslüman Kardeşler tarafından sürecin dışına itildiler. Türkiye’deki durumun da benzer olduğunu düşünüyorum.

Böyle gelmiş böyle gidecek mi yani?
Bir huzursuzluk var ama plan yok. Sovyetler’in çöküşüne kadar komünizme inanan insanlar vardı. Bu ideolojinin yanlış olması bir yana, insanlara dünyayı değiştirebileceğimiz konusunda umut veriyordu. Ama komünizm ve marksisizm dini çökünce, artık kimse ne yapacağını bilemiyor. Elimizde tek kalan şu veya bu biçimiyle kapitalizm. İnsanlar daha adil bir tür kapitalizm yaratmaya çaılıyorlar. Ama yeni olan da henüz şekillenmediğinden insanlar detaylarda kayboluyorlar. Sanırım dünya yeni bir düşünce biçimi bekliyor. Nasıl bir yaşam süreceğimize dair yeni bir teori. Henüz bunu kimse yazmadı ve hatta düşünmedi bile. Şu anda elimizde olan tek şey sokaklara çıkıp “Hayır, hayır, hayır!” diyen ama mevcut olanın yerine ne konulacağına dair fikri, olmayan insanlar.

Neye evet dediklerini bilmiyorlar… Siz gençken 60’lı yıllarda katıldığınız Columbia Üniversitesi protestolarına benzetiyor musunuz bugünküleri?
Kıdemli bir protestocu olarak, bunun her yerde olduğunu görmekten mutluyum. Ama Amerika’dakilerin çoğu Vietnam’la, o savaşın akıldışılığı ve yanlışlığıyla ilgiliydi. İnsanlar toplumun yapısı hakkında temelden eleştiriler de yapıyorlardı ama yine de bütün bu çabaya, bu işe dahil olan binlerce, yüzbinlerce insana rağmen, çok bir şey olmadı. Biz aslında… Bir şey değiştiremedik. (Burada gözleri doluyor, önüne bakarak konuşuyor) Ve büyük makinenin çarkları dönmeye devam etti. O günden bugüne, yaklaşık 40 yıldan bahsediyoruz, dünyanın, özellikle de Batı’nın bu kadar muhafazakar olacağını hiç düşünmemiştim. Sürekli yenilmemize rağmen bir şeylerin iyiye gideceğini düşünerek ne saflık etmişim. İşler daha kötüye gitti.

Türkiye’de hükümet ve Fethullah Gülen cemaati arasındaki mücadeleyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Birçokları artık bunun bir rejim krizi olduğunu söylüyor...
Evet son birkaç hafta içinde New York Times bu konuda çok uzun birkaç makale yayınladı ama bütün bildiklerim bundan ibaret. Ama son beş-altı gündür bu konuda hiçbir şey yayınlanmadı.

Başbakan’la girdiğiniz polemiğin ardından ana muhalefet lideri sizi Türkiye’ye davet etti. Çok yoğun olduğunuzu ve belki bir dahaki sene gelebileceğinizi söylediniz. Artık o ‘bir dahaki sene’deyiz. Gelecek misiniz bu yıl Türkiye’ye?
Sanmıyorum çünkü durum hâlâ aynı. Bu davetten çok etkilenmiş olmakla beraber, değişmektense önceki duruşumu korumam daha doğru. Oraya gitmem Türkiye iç politikasına malzeme olacak.

Destek verdiğiniz insanlar sizi yanlarında görmekten kuvvet almazlar mı?
Türkiye’ye adım atar ve aynı şeyleri orada da söylersem saçma olur. Hiçbir ülke bir yabancının gelip işlerine karışmasından hoşlanmaz. Bir yazar olarak benim yazarlara karşı yapılan muameleyle ilgili bir fikrim var ve ben esasen bundan bahsettim. Benim savunduğum başka insanların görüşlerine hoşgörü. Herkes doğru fikre sahip olduğunu düşüyor. Oysa hepimiz aynı yemekleri sevmiyoruz. Beni hasta eden yiyeceği yemek zorunda değilim. Belki alerjim var. İdeoloji konusunda da böyle. Senin ideolojine karşı alerjim varsa beni rahat bırak. Beni ikna etmeye çalışmak zorunda değilsin. Ve mümkünse lütfen senin yediğin yemeği sevmiyorum diye beni öldürmeye de çalışma.
Eğer Arafat, Gandi olsaydı Filistinliler 30 yıl önce devletlerini kurmuştu 
İsrail’in neden var olduğunu anlıyorum. Fakat Siyonizm fikri bana hiçbir zaman çekici gelmedi. Çünkü tek bir halka, tek bir dine, tek bir etnisiteye dayanan bir ülke kurulabilir mi bilmiyorum. Başlangıçta çok küçük bir grup insan geçmişle alakası olmayan, geleceğe odaklı bir yüksek toplum ve sosyalist ülke fikri taşıyordu. 1967’den sonra her şey yavaş yavaş değişmeye başladı. Aynı zamanda Filistinliler’e korkunç davranıldı. Eğer Arafat, Mahatma Ghandi olsaydı ve diğer Arap ülkeleri Filistinlilere gerçekten şiddet karşıtı bir hareket olmaları konusunda yardım etmiş olsaydı; ki biliyorsunuz Filistinlilere Ortadoğu’nun zencileri diyorlar; Filistinliler 30 yıl önce kendi ülkelerini kurmuş olurlardı. Ve en ufak bir şüphe olmadan bütün dünya onlarla olurdu. Ama şiddet şiddeti besliyor, nefretler, daha derine iniyor. Geldiğimiz bu noktada herhangi bir çözüm için artık kötümserim. İzak Rabin öldürülene kadar hâlâ umudum vardı. Ama o olaydan sonra her iki tarafta da çözüm için bir arzu kalmadığını gözlemliyorum.
Arafat Gandi olsaydı dediniz… Sizce Abdullah Öcalan Gandi olsaydı, Türkiye’deki Kürt meselesi bundan nasıl etkilenirdi? 
Bilmiyorum ve bu konuda yorum yapmak istemem. Ama Arafat’ı yıllarca izlemiş biri olarak bunun (şiddetin) işe yaramadığını gördüm.
Mektup ya da roman, yazdıklarınızı hep birileri okusun diye yazdığınızı ve bu yüzden günlük tutmadığınız için geçmişinizin silindiğinden yakınıyorsunuz. Bu otobiyografik kitapla turnayı iki gözünden mi vurdunuz? Hem hayatınızın notlarını tutup hem de insanlara okuyabilecekleri bir şeyler sunmak...
Hâlâ günlük tutmuyorum. Kitabı yazmaya başladım. Eski eşime yazdığım o mektuplar bana geldi. Sanki bir başkası, artık hiçbir bağlantım kalmamış bir yabancı tarafından yazılmış gibilerdi. Sonunda da dört bölümlü bu kitap ortaya çıktı. Asıl kaçınmak istediğim kendimden bahsetmekti. Çünkü kendimle o kadar ilgili değilim. Kendimden herhangi birini anlatır gibi bahsettim.
Eski eşinize, o zamanki sevgilinize yazdığımız mektupları yayımlarken otosansür yaptınız mı?
İçlerinden alıntılar var ama çok kişisel kısımları koymadım tabii. Ergen ‘Love Story’me gidip gidip gelmek istemedim.
O zaman yazdığınız mektuplardan birinde “Yazarak hiçbir zaman para kazanamayacağımı biliyorum” demişsiniz. Dünyaca ünlü bir yazar olduktan sonra fikriniz değişti mi?
Eh artık gençken olduğundan daha fazla param var…. Ama bu söylediğiniz durum uzunca bir süre geçerliydi. Evet, yeterince param var. Bu ne demek? Artık gençken yaşadığım gibi para yüzünden endişe duymama gerek yok. Çünkü parayla ilgili en kötü şey, sürekli onu düşünmen. Ve bu bir zehir. Kafanı sürekli nasıl yaşayacağına, kirayı nereden bulacağına yoruyorsun.
Kitabın bir yerinde “Yalnızdım ve huzursuzluk duyuyordum, aklım seksteydi” diyorsunuz... Cinsellik de para gibi mi? Olmayınca kafayı onla mı bozuyoruz?
Tabii hangi bağlamda söylendiği önemli bu lafın. Hiçkimseyle en ufak bir cinsel ilişkimin olmadığı bir dönemden söz ediyoruz. Tabii ki çok asap bozucu bir hale geldi. Eminim hepimiz zaman zaman, bu çok da mutlu olmayan pozisyona düşeriz ama bu da çok normal.
14 yaşınızdayken yanıbaşınızdaki arkadaşınızın üstüne yıldırım düştü ve öldü. Zaman zaman tuhaf bir hayatınız olduğunu düşündüğünüz oluyor mu?
Hayır. Hatta şanslı bir hayat sürdüm. Şanslıyım çünkü başıma bir sürü olumsuz şeyin gelebileceği bir yerde doğmadım. Hiç savaşa katılmadım. Yaşadığım şehrin bombalandığına tanık olmadım. Ya da ailem bir toplama kampına gönderilmedi. Bütün bunları yaşayan milyonlarca insanın yanında şanslı bir insan olduğumu hiç unutmadım.
Anne ve babanız boşandı ama böyle birçok çocuk var. Sizin ve kız kardeşinizin yaşadığı zorlukları hep buna bağlamanız size de biraz takıntılı gelmiyor mu? 
Hayır. O zamanlar benim yaşadığım dünyada kimse boşanmazdı. Ama mesele boşanmaları değildi. Kötü olan evliliklerinin ne kadar zavallı olduğuydu.
Aile demişken... Eşiniz Siri de yazar, kızınız Sophie de müzisyen oldu. Bizim ailede hiç olmadığı için merak ediyorum, üç sanatçının yaşadığı bir aile nasıl olur? Akşam yemekleri bienal tadında mı geçiyor?
Tabii ki hayır... Sophie müzisyen oldu ama artık büyüdü, eskisi kadar da sık görüşemiyoruz. Yaptığı şeylere, onları yapış biçimine hayranım. Ama bir okul öğretmeni olsaydı bundan mutlu olmazdım.
Oğlunuz? Onun da sanata ilgisi var mı?
O da başarılı bir fotoğrafçı. Profesyonel olarak yapmıyor ama çok iyi bir gözü var.
Çok uzun zamandır Brooklyn’de yaşıyorsunuz. burası sizin için çok mu özel?
Brooklyn karma ve ilham verici. Bana ABD’deki en hoşgörülü yermiş gibi geliyor.
Başka bir yerde yaşasaydınız, bu gençliğinizin şehri Paris mi olurdu?
Bilmem, Paris’i çok severim ama herhangi başka bir yere taşınmayı düşünmüyorum. Burada kalacağım.
Sosyal medyada yokum. İnternetim de yok, bilgisayarım da, cep telefonum da. Çok ihtiyacım olursa Sophie’den falan yardım istiyorum bir şeylere bakması için. Biliyorum bir dinozorum, biliyorum herkes benden farklı düşünüyor ve biliyorum ki kimse benim yaşadığım gibi yaşamak istemiyor ama orada olmak için en ufak bir istek duymuyorum. Üstelik bütün o elektronik cihazları benle beraber taşımak zorunda olmadığım için de mutluyum.
Hayatımın en büyük eserini yazıyorum 
Şu anda tam da ortasındayım. 250 sayfasını yazdım bile. Çok büyük bir kitap olacak hala en az iki-üç sene üzerinde çalışmam lazım. Bugüne kadar yaptığım her şeyden daha büyük bir eser olacak. Zor bir proje. Neyim var, neyim yok günde altı saat ona veriyorum. Ve bazen o gün sadece yarım sayfa yazmış oluyorum.

Tom Waits’in büyük hayranıyım. Keşke ben de müzik yapabilseydim. Daha iyi bir hayatım olurdu. Ama sıfır yetenek…

Ben tatile çıkmam. Tırmanmak için dağlara gitmem ya da bir hafta boyunca şezlongun üzerinde bir sahilde uzanmam. Bunu hiç yapmadım. 

Eskiden çok spor yapardım ana artık yaşlıyım. Sırtımı incittim ve eskiden yaptığım gibi beyzbol, tenis, futbol oynayamıyorum.

* 1947 New Jersey’de doğdu
* 1970 Columbia Üniversitesi’ni bitirdi
* 1971 Paris’te üç yıl süren öğrencilik sefası
* 1981 Hâlâ birlikte olduğu ikinci eşi Siri Hustvedt’le nikah masasında
* 1987 New York üçlemesi raflarda
* 1995 Smoke (Duman) filmi vizyonda, Beyoğlu kasıp kavruluyor
* 1998 Lulu on The Bridge (Köprüdeki Lulu) filminde kızını oynattı
* 2006 İspanya’nın en büyük ödülü Asturias’ı aldı.
* 2012 Başbakan Erdoğan’la ‘Türkiye’ye gelirim gelmem’ polemiği

No comments: